Ansızın gelen ölümü seviyorum. Sonsuz bir hızla
çarpan alıp, götüren ölümü. Oysa şimdi, burada senin direnişini izliyorum,
lanetlenmiş biri gibi yavaş yavaş tükenişini, ölümün gözlerine,
ellerine,dudaklarına sızmasını, bütün bedenine yayılmasını, sözcükleri alıp
götürüşünü, bakışları tüketmesini, seni yıllardır tanıdığım insan olmaktan
çıkarıp bir yaratığa dönüştürmesini izliyorum. Her şey bitiyor ama sen yinede
burdasın.Artık hiçbir şey duymadığını söylüyorlar,acıyı bile...
Kimi zaman
gözlerinden bir damla yaş akıyor .Sonsuz bir çaresizlikle yorganı başıma çekip
sessizce ağladığım, çoğu zaman ağlamamak için kendimi sıktığım ama içimde
yükselen ince sızının gözlerimden inen yaşlara dönüşmesini engelleyemediğim
çocukluk günlerime benziyor. Şimdi o acıların nasıl da anlamsız olduğunu
düşünüyorum. Büyüdükçe acı azalıyor sanki.Ama sonra bir gün ansızın gözlerde,
saçlarda, yüz çizgilerinde, ellerde derin, hiç silinmeyecek izlerle
beliriveriyor. Mutluluksa iz bırakmayacak kadar kısa ve çabuk geçiyor.
Şişedeki
sıvı büyük damlalarla akıyor, damlaların sesini duyuyorum. O renksiz sıvı
plastik boruların içinden kollarına açılmış deliklere gidiyor.göğsün inip,
kalkıyor.bir makine kalp atışlarını sayıyor.sayısız ayrıntıyı bir araya
getiremiyorum, getirsem de sana duyduğum sevgiyi karşılamıyor. Bu seninle
aramızda geçen sessiz saatlerin, unutulmuş saatlerin kendiliğinden kurduğu bir
şey sanki. Makine de kalp atışlarının sesini duyuyorum ama bize yüreğimizde ki
boşlukları,o boşluklara yerleşmiş acıları,bilinçten yüreğe, yürekten bilince
giden yolların taşıdığı garip görüntüleri gösterecek bir makine yok.
Zaman
geçmiyor, günün azalması, senin biraz daha, biraz daha uzaklaşman o tek tek
damlayan sıvıyla ölçülebiliyor.